Ziyaret

Milenyumdan birkaç yıl önce idi. İstanbul / Levent’ te bulunan işyerimizden servisle eve gidiyorduk. Akşam trafiğinde yol biraz uzun sürer, bilenler bilir. Edirnekapı’da kırmızı ışıkta tıkanmış trafikte bekliyorken cep telefonum çaldı. Baktım. Çok sevdiğim değerli bir dostum arıyor. Nerede olduğumu sordu. Durumu bildirirken şöyle bir şey söyledim:

  • Edirnekapı kabristanının orada trafikte servis aracının içindeyim.

Bana dedi ki:

  • Bak kabristandasın. Bir şeyin de içindesin. Ama o şey lahit değil de minibüs. Şükretmelisin.
  • !!!

Doğru değil miydi? Herkesin bir gün mutlaka içinde olacağı kabre henüz konmuş değildim. Hayat devam ediyordu. Yani ümit vardı; öyle ya “çıkmadık candan ümit kesilmez”. Yani iyi insan olmak için henüz fırsat vardı, imkân vardı.

Gerçek dost insana ölümü ve Allah’ı hatırlatandır; dost görünen düşman ise unutturan…

Çok değil, 40 – 50 yıll önce şehirlerimizde hayat ile memat birbirine çok yakındı. Mezarlıklar, gündelik hayatta içinden, hiç olmazsa yanından geçebileceğiniz biçimde yerleştirilmişti. Şehir planları öyleydi. İstanbul’da bunun izlerini hâlâ görmek mümkün ama yeni şehirlerimizde (kentler mi demliydik?) mezarlıklar cenaze arabasının arkasında konvoy olup en azından yarım saat yolculuktan sonra ulaşabildiğimiz yerlerde.

Mezar, ziyaret edilen yer demek; iyi mi? Bu durumda ne ziyareti; bir yakınımızın vefatı üzerine ihtiyaç olması dışında kim gider ziyarete.

Peki bunun anlamı ne? Kabristanı gözümüzden ve zihnimizden uzağa atmak, ölüme olan mesafemizi değiştiremeyeceğine göre ele geçen nedir?

Ele geçen bir şey yok tabiî de elden kaçan çok şey var.

Sözde aydınlarımızın önderliğinde; çıktığı kabuğu beğenmeyen sonradan görmelerin traji-komik tavrı içinde, toplumumuzun, kendi duruşunu ve hayatı anlayış biçimini –mide bulandırıcı bir kibir ve istikrahla- terk edip Batıya özenmenin sancıları içinde Ziya Paşa şöyle demişti:

Eyvah! Bu bâziçede bizler yine yandık Zîrâ ki ziyân ortada bilmem ne kazandık

Bâziçe : Oyun

[Yazıklar olsun. Bu oyunda yine kaybeden biz olduk. Bakın zarar ortada; adam yerine konmaz olduk. Bilmiyorum ki ne kazandık?]

“Doğuya giden gemide Batıya koşan tayfalarız” diyen Sakallı Celâl’i gel de hatırlama.

Kendi duruş ve gidişini terk etmekten bahsedince –belki çok ilgili değil ama- Yahyâ Bey’in dört mısraını hatırladım:

Bülbül şetâreti gül-i handânı güldürür Taklîd-i zâğ gebk-i hırâmânı güldürür Yahyâ’yı ağlatırsa eğer yâr gam değil Müşkül budur ki düşmen-i nâdânı güldürür

Şetâret : Şenlik, gülme, eğlenme
Gül-i handân : Gülen gül
Zâğ : Karga
Gebk : Keklik
Hırâmân : -burada- salına salına yürüyen
Nâdân : Câhil, değersiz

[Bülbülün neş’elenip gülmesi gülü güldürür. (Nasıl olsa benim dikenlerim göğsünü parçalayacak; bana mahkûmsun; gül bakalım, görürsün sen makamında güldürür yani.) Karga kekliğin alımlı yürüyüşünü taklide yeltenir. Bu durumda kekliği güldürür. Çünkü tabiatına aykırıdır karganın. Olmaz yani. Sevgilinin bizi ağlatması bir şey değil –ona zaten razıyız da…- alçak düşmanı güldürmesi dayanılır şey değil doğrusu.]

Genç yaşta uğurladığım bir arkadaşımı Eyüp Sultan Kabristanında vefatından 3 yıl sonra ziyarete gitmiştim. Yalnızdım. Aradığım bir yeri kolay bulamam zaten. Arkadaşımın defninde de bulunmuş olmama rağmen, bulamadım işte. Her neyse, vazifemi yaptım karınca kararınca. Oradan uzaklaşırken kendi kendime söylendim: “Bak Hayati oğlum, ibret al! Öldükten birkaç yıl sonra en yakın arkadaşın bile kabrini bulamayabilir.”

Yani işin en kolay kısmını yaptım; nasihat etmek. En zor iş de nasihat tutmaktır. Dua edin de, dilimizden gönlümüze insin bu doğru sözler.

Kabristanlarda yazılması adet olan bazı mısraları hatırlayalım:

Ey zâir-i sâhib-nefes Meyl-i dünyâdan ümmîd kes Bâkî kalmaz hiçbir kes Allah bes bâkî heves

[Ey hâlâ nefes alabilen ziyaretçi! Dünyaya gönül bağlama! Kimse kalıcı değil. Bâkî olan Allah.]

Tâhir-ül Mevlevînin kendi mezar taşında yazılı olan mısraları:

Eli boş gidilmez gidilen yere Boş gelmedim yâ Rab ben suç getirdim Dağlar çekemezken bunca vebâli İki kat sırtımla pek güç getirdim

Son olarak da Nâbî’ den bir beyt:

Ahlât-ı ma’sıyyetle alîl oldu cân-ı zâr Ey afv-ı çâresâz inâyet zamânıdır

[Maalesef işlediğim günahlarla ruhum yaralandı, hasta oldu. Kendime kötülük ettim. Ey dertlere dermân olan afv-ı ilâhî! Pek muhtacım ve son ümidim sensin; artık kerem!]

Av. Hayati İnanç

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir