Şâhâne

Bu yazımızda sadece edebiyat olsun izninizle. Sırılsıklam hayranı olduğum bir büyük –ama ne büyük- şâirin, Urfalı Yusuf Nâbî’ nin ‘ne söylersin’ redifli gazelinden üç beyt alacağım, sonra da buna nazîre olarak Sultan Birinci Mahmûd’ (Sebkatî) un beş beyitli gazeli üzerinde duracağım.

En çok kullanılan nazım türüdür gazel. İlk beytinde iki mısra birbiri ile kafiyeli, sonraki beytlerin ise son mısraları baş tarafla kafiyeli olur. Genellikle son beyitte şair imzasını atar, mahlâs’ını yazar yani. Mahlâs şairin bazen ismidir. Ama çoklukla böyle olmayıp başka bir kelimeyi seçer mahlâs olarak. Meselâ Sultan Fâtih’in kullandığı mahlâs Avnî, Kanûnî merhûmunki Muhibbî, asıl adı Mehmed olan Şeyh Gâlibinki bazı manzumelerinde Gâlib, bazılarında Es’âd’dır.

Mahlâs’ın kelime anlamıyla mısrada yer almasına da dikkat edilir ki hayrette kalmamak kâbil değil. Meselâ; Bâkî’nin ‘Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş’ beytinde; Bâkî kelimesinde durarak okunursa şairin özüne hitap ettiği, durmadan okunursa umûmî bir hitapla ‘bâkî kalanın yani kalıcı olanın bir hoş sadâ olduğu’ nazara verilmiş olur.

Gazellerin birçoğu redifle yazılmış. Redif dediğimiz bir veya birkaç kelimedir. Redifin (redif yok da yalnız kafiye varsa kafiyenin) son harfi esas alınarak manzumeler dizilir. Buna da mürettep (tertip edilmiş, düzenlenmiş) divan denir.

Meselâ Şeyh Gâlib’in çok çarpıcı bulduğum ‘zuhûr eyler’ redifli sekiz beytlik gazelinde bu rediften önce ‘…ilden’ kafiyesi var. Toplam olarak –bugünkü harf sistemine göre 15 harflik kafiye bulunmaktadır. İlk ve son beytleri örnek olmak üzere dercedelim:

Eğerçi gûnegûn mihnet erâzilden zuhûr eyler O cürmün özrü müşküldür ki kâmilden zuhûr eyler

Eğerçi : Gerçi
Gûnegûn : Renk renk, çeşit çeşit
Mihnet : Sıkıntı
Erâzil : Reziller
Zuhûr etmek : Zâhir olmak, görünmek
Cürüm, cürm : Suç

[Evet, her tür sıkıntı rezil ve câhil kimselerden ortaya çıkar; cahil bu, basacağı-duracağı yeri bilmez, lafını-sözünü bilmez ve sıkıntılara sebep olur. Bu beklenen bir şeydir. Ancak, suç kâmilden (okumuş-yazmış, mertebe sahibinden) zuhur ederse, işte o kötü; özür de bulunmaz.]

Girip çarha kuzular gibi aşk-ı Şems’e kurbân ol Bahâr-ı ma’rifet Gâlib bu menzilden zuhûr eyler

Çarh : Çark, felek

[Kuzuların mezbahada, kesilmek üzere bıçağa doğru sessizce gittikleri gibi sen de can vermekten çekinmeden, Şems-i Tebrizî Hazretlerinin yaptığı gibi aşkın yoluna baş koy. Beklenen marifet baharı ancak böyle bir yolculuğun sonunda el geçebilir.]

Teknik bilgilerle okuyucuyu/dinleyiciyi sıkmak hiç arzu etmediğim bir şey. Ancak burada bu kadarı faydalı olacak gibi geldi.

Gelelim, Nâbî merhûmun şâheserine:

Dime sûz-i dilin ol şem’a bî-pervâ ne söylersin Tabîb-i câna derdin söylemez de yâ ne söylersin

Klasik şiirimizde sevgili sultan, aşık köledir. Sevgilinin cefa etmesi, üzmesi iltifat sayılır ve aşığı sevindirir.

On beytli gazelden seçtiğim bu üç beyt bir senaryo takip ediyor adeta. Şöyle ki; sevgilinin huzuruna varıp halini arzetmeye, yalvarmaya karar vermiş olan aşık, yola çıkmadan önce yanındakilere ilk beyitte diyor ki: Bana demeyin ki; sevgili yakıcı mum gibidir ve sen pervanesin (hani mumun etrafında giderek küçülen dairede döne döne giderek şevkı artan pervane, en sonunda kendini muma atarak sessizce can verir ya); onun sana merhameti olacak şeylerden değil; evet bu dediğiniz doğrudur ve bana ne marhamet ne iltifat edecek değildir sevgili ama can tabîbim de odur. Tabîbine derdini söylemez de ne söylersin. Başka çarem mi var?

Düşürdün yâre farzâ fırsat-ı arz-ı niyaz ammâ Görünce cebhesinde çîn-i istiğnâ ne söylersin

Sonra yola çıkıyor zavallı aşık ve yolda kendi kendine diyor ki: O huzura kabul edilmen olacak şey değil ya, tutalım ki bir fırsat buldun ve halini arz etmek üzere sevgilinin huzurunda el pençe vaziyetinde kaldın. O yüzdeki istiğnâyı, celâli gördüğün zaman dizlerinin bağı çözülecek, dilin tutulacak; bakalım ağzını açabilecek misin?

Yıkıp gönlüm yine va’d-i dürûğ-âmîz ile yaptın Bugün verdin firîb ammâ aceb ferdâ ne söylersin

Nihayet huzura kabul edilmiş. Beklendiği üzere korku içinde titreyerek kem-küm etmiş. Ayrılıyor. Diyor ki sevgiliye: Önce gönlümü yıktın, ezdin, mahvettin beni; sonra da olmayacak vaadlerle gönlümü aldın, beni yolcu ettin. Ağzıma bir parmak bal sürer gibi yaptın. Sevindirdin ve gönderiyorsun ama ey sevgili bilemiyorum yarın ne söylersin. Bugün firîb verdin (gönlünü almak, motive etmek) ammâ acaba yarın ne söylersin, hiç emin değilim.

Ve Sultan’ın naziresi:
Kerem-bahş olmaz ey dil hâlini cânâne söylersin Vefâ me’mûl edersin ger acep yâbâne söylersin

Hâlini sevgiliye saf saf anlatıyorsun ama, sevgiliden sana kerem, merhamet gelmez ey gönül. Çektiğin ıstırap onu merhamete getirmez. Bülbülün ciğerini parçalayan diken gülü ağlatır veya merhamete getirir mi sanıyorsun; bilakis güldürür. Vefa ümit ediyorsun ama heyhât!

Sebak-hân-ı cefâdır şimdi ol şûh-i sitem-güster Hemân bî-hûde derdin ol cefâ-cûyâne söylersin

Sevgili zaten acı çektirmek de ustadır ama, şimdi de bu ilimde ihtisas yapmak üzere gitmiştir. Daha nasıl acı verebilirim aşığa, daha nasıl ağlatabilirim diye. Sen o cefa ediciye boşu boşuna söylüyorsun ey zavallı aşık!

(‘ne söylersin’ ayrı telaffuz edilirse ‘ne demeye söylersin’ tarzında yeni bir mana görünür.)

Tutar ol gamze kâfir-küş be-dest-i hançer-i ser-tîz Yine ey tıfl-i dil şükrün hezâr insâne söylersin

O can kıyıcı sevgili elinde, aşıkların başını kesmek üzere hançer tutar. Senin çocuk tabiatlı zavallı gönlün var; düştüğün aşkın sevinciyle şükür hâlinde olduğunu hâlâ önüne gelene söylemektesin. Bir bilsen senin şükrettiğin aşk başının kesilmesine sebeptir er veya geç. Ah zavallı âşık!

Meşâm-ı câna bûy-ı bahş-ı lutf ümmîd edip andan Hevâsın olduğun ol gonce-i handâne söylersin

O goncanın kokusunu can burnuna çekmen sana lutf edilecek ümidini boşuna tekrar edip duruyorsun.

Ne dâniş etti tahsil Sebkatî tab’-ı sihir-pîşen Ki bir nazm-ı neşât-efzâyı sen şâhâne söylersin

Ey Sebkatî! Nereden, nasıl bir ilim tahsil etmiş bulunuyorsun ki, sihir gibi tesirli sözlerin var; gönüllere neş’eler saçan bir nazmı sen şâhâne söylemektesin. (Şâhâne, çok güzel demek bilindiği gibi. Kelimeye dikkatle bakılırsa şâh-âne –şah gibi, şahçasına manası var- padişah gibi söylüyorsun ey Sebkatî demiş oluyor ki, tabiî padişahtır ya.

Sebkatî’den bir başka şâhâne söyleyiş
Varalım kûy-i dilârâya gönül hû diyerek Kokalım güllerini gonca-i hoş-bû diyerek Şerbet-i lâli hayâli bizi öldürdü meded Gidelim kûyına yârin bir içim su diyerek

Av. Hayati İnanç

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir