Uyku Vaziyetleri

Çocukluğumda, dedemin evinde misafir olduğumuzda uyku tutturamadığım gecelerde, mütevazı köy evinin ahşap tavanındaki tahtaları fonda ihtiyar saatin biteviye tik-takları eşliğinde defalarca saydığımı hatırlıyorum; hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi. Saatin çıkardığı sesler değişmezdi tabii ama, hep birbirinden farklı çağrışımlar yaptırır ve hayâl ufukları açardı.

(Yeri gelmişken; o dedem 90 yaşın üzerinde ve yataktadır. Bu yazıyı okuyanların duasına da vesile olursa ayrıca sevineceğim.)

Uzun çöl yolculuklarında, kervanın önündeki devenin boynunda asılı olan çan (=zil, ceres) ın çıkardığı sesler ve develerin kendilerine mahsus bir ritimle yürümelerinin, aruzdaki vezinlere kaynaklık ettiği söylenir. Bizler ortaokul ve lise talebesi iken derslerde bu minvalde yapılan anlatımlar, aruzu hafife almak gayesini güderdi. Bana ise çocukluğumdaki saat sesleri gibi esrarlı ve tarifi güç hislerle yüklü gelmiştir hep.

İşbu ceres, şairleri de hayli meşgul etmiş. Uzun çöl yolculuklarında Leylâ’sının hasretiyle yanan Mecnûn, ceresin bitmek bilmez feryatlarını kendisine tercüman saymış.

Bir başka metafor da şu; ceresin kesintisiz çığlıkları ile kalbin çırpıntıları arasında benzerlik kurulmuş.

Fars’ın emsalsiz şairi Hâfız-ı Şirâzî der ki:

Marâ der menzil-i cânân çe emn ü ayş çün her-dem Ceres feryâd mîdâred ke-bâr bandîd mahmil-hâ

[Sevgiliye giden yolda emniyet ve neş’e içinde bulunmam nasıl mümkün olsun ki ceres (kalp) aralıksız olarak “denkleri hazır et sonsuz yolculuk başlamak üzeredir!” diye hatırlatmaktadır.]

Hayat yolculuğu devam ettiği müddetçe, kalbin atışları, sonsuz âhiret yolculuğunun an be an yaklaştığını hatırlatmıyor mu?

Kanûnî Sultan Süleyman (şair Muhibbî)’ ın ‘uyumaz redifli’ gazeline yaptığı nazirede ise Şeyh Gâlib demektedir ki:

Galibâ! hicret eden kâfile-i râhatdır Dil ki mânend-i ceres eyleyip efgân, uyumaz

[İlk kelimede hem özüne hitap ederek (Gâlibâ=Ey Gâlib!) ve hem de ‘galip ihtimâl şudur ki’ ma’nasını getirerek; rahat kafilesi yola çıkmış, yani dünyada rahat etme imkânı yok; kalp ise ceres gibi sürekli feryatlar etmekte ve uyumamaktadır.]

Diğer beytlerde ise;

Seyreden vaz’-ı şütür-gürbesini bu feleğin Açılır dîdesi çün encüm-i rahşân uyumaz

[Dünya hayatında aslanın kediye boğdurulduğu sayısız gayr-ı âdil hadiseleri seyretme imkânını bulanların (âriflerin) gözlerini uyku tutar mı? Nitekim gökyüzünde kırpışıp duran yıldızlar, işte bu dengesizlikleri seyretmekle tedirgin oldukları için uyuyamamaktadırlar.]

Dîdesi havf-ı rakîb ile olup eşk-efşân Su uyur düşmen uyur haste-i hicrân uyumaz

[Yarin hasretiyle yanmakta olan zavallı aşık, çektiği ayrılık acısına ilâveten, rakibin yare uzanması korkusunu da yaşamaktadır. Hani “su uyur, düşman uyumaz” der ya atalar. İşte öyle zor bir vaziyet ki bu; su uyur, uyumaz bildiğin düşman dahî uyur da, o zavallı ayrılık hastası aşık uyuyamaz.]

(Atasözleri yüzyılların imbiğinden geçip tartışma zemininin fevkına çıkan değer hükümleridir. Onların da üzerinde söz söylemek her kişinin kârı değil elbet. Gâlib çapında şâir olmak ister.)

(Bu arada, adı geçen meşhur atasözünde bahsi geçen su, bildiğimiz su değil de, kolluk kuvveti, gece bekçisi anlamında olsa sezâdır. Zira,  su-bay ve su-başı kelimelerinde gördüğümüz üzere, su, öz Türkçede bu anlama gelmektedir.)

Uyumaz redifli bildiğimiz ilk gazel Muhibbî’nin. İki beytine şöyle bir bakalım:

Tabiî bilinir ki şâir Muhibbî, Kanunî Sultan Süleymân’ın ta kendisidir. En çok gazel yazan Osmanlı şairi kendisidir. (Tek istisnası Zâtî.)

Uyumuzsa ne aceb sînesi pür-âteş olan Nitekim subha değin şem’-i şebistân uyumaz

[Bağrı ateşler gibi yanan zavallı âşık uyuyamasa şaşacak ne var? Nitekim mum sabaha kadar uyuyamaz.]

Arturur nâlesin görse Muhibbî ruhunı Vakt-i gülde nitekim mürg-i hoş-elhân uyumaz

[Sevgilinin yanağını görünce Muhibbî nasıl uyuyabilir ki; gül mevsiminde hoş sesli bülbül uyuyabiliyor mu?.]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir