Edebiyat Olsun

Seneler önce (1988 yılında) küçük bir kasabada avukatlık yapmakta ve henüz 26-27 yaşlarında iken şöyle bir soru ile karşılaşmıştım; demişlerdi ki: “Hayati Bey sen bu şiirleri niye biliyorsun, bu eski kelimeleri neden biliyorsun, zorun ne?” Peki neden böyle bir soru îcâb etti? Şundan; 7-8 kişi bir aradaydık, yaşça en küçük bendim ve hâzırûnun biri edebiyat öğretmeni, diğerleri hukuk mezunu, biri kaymakam ve diğerleri de hakim ve savcı idiler. Gazete bulmacasından bir soru yöneltildi bana; ‘diken’ kelimesinin eski dildeki karşılığı soruluyordu; ‘hâr’ dedim. Sohbet ortamında söz sözü davet etti, ‘hâr’ ın eşek demek de olduğu ve bugün kullandığımız alfabe düzeninde gösteremiyorsak da başka harfle yazıldığı gibi konular üzerinde duruldu.

İşte bunun üzerine böyle bir soru ortaya çıktı.

Ben de cevaben şunları anlattım:

Yedi sene kadar önce (O yıla göre; şimdiye göre 26 yıl önce) Hukuk Fakültesine devam ederken, gördüğüm bir Yargıtay kararında karşılaştığım ‘müncer’ kelimesinin anlamını bilmediğim için lügat karıştırmaya başladığımı ve bulmakla beraber nefis bir beyitle karşılaştığımı anlattım. Recâîzâde Mahmûd Ekrem’ e aitti beyt ve tam bir şaheserdi:

Müncer olur mu yâ Rab bir subh-i inbisâta Vahdet-gehimde böyle mahzûn geçen leyâlim

Müncer : Dönüşmek, bir halden bir hale inkılâb etmek, bir süreç sonunda gelinen nokta.
Subh : Sabah
İnbisât : Bast’tan (ferah, rahat; tersi kabz=sıkıntı)
…geh : Mekan eki (nişangâh, tâlimgâh gibi) [Vahdet-geh: Bir kişilik mekân, yani hücre]
Mahzûn : Hüzünlü
Leyâl : Leyl’ in çoğulu; geceler

[Yâ Rabbî bu hücremde geçirdiğim hüzünlü geceler, gün olur da ferah bir sabaha dönüşür mü? Dua gibi, temenni gibi bir söyleyiş.]

Anlatımımda şunu da belirttim; bir kelimenin peşine düştüm, ama tanımadığım birçok kelime ile karşılaştım. Manalarını arayıp bulunca ve başta hiç anlamadığım ve fakat yakut gibi parıldayan beytin anlamını da böylece kavrayınca çok lezzet aldım; geçen yıllara rağmen de o kelimeler de gördüğünüz gibi bende kaldı. Çünkü ben peşine düştüm; biri bana öğretmeye çalışmadı. Çünkü “insanlar öğrenmeye bayılırlar ama öğretilmekten nefret ederler.”

Bana İngilizce öğretmek için çok çalışanlar başarılı olamadı; ama ben klasik edebiyatımızı ve onun dilini, okullarda da görmeden öğrendim. En iyi öğrenme yolu merak edip peşine düşmek; hatta hobi saymak, onu bir eğlence haline getirmek…

O yıllarda TRT televizyonunda –yanlış hatırlamıyorsam- Salı geceleri nisbeten geç bir saatte ‘Gecenin Konukları’ adlı bir progrem yayınlanırdı; Aziz Üstel sunardı ve –yine yanlış hatırlamıyorsam- arka planda Engin Noyan gitarla İspanyol müziğinden örnekler sunardı. Toplumumuzda bildiğim kadarıyla pek de sevilen ve tutulan bir program değildi ama TRT istikrarla yayınını sürdürürdü. İşte bu programdan bahisle, yukarıda hikaye ettiğim sohbette bulunan saygıdeğer bir büyüğük bana “Hayati Bey, Engin Noyan’ a benzedin” dedi. Niye? Diye sordum. “Onu da anlamıyoruz, seni de anlamadık da onun için” dedi. Demin zikrettiğim beyt idi anlaşılmayan.

Bakın yaptığım tarihi savunmaya:

“Efendim, adı geçen programda size hiç aşinası olmadığınız İspanyol müziği dinletiliyor. Anlamamanız tabiidir. Fakat ben ortak ana dilimizde yazılmış bir beyt okudum. Beraberinde izah da ettim ama; sonuç itibariyle bundan çok çok 40 -45 sene önce yazılmış olan bir beyti, bu kadar seçkin, üstelik hukukçu ve edebiyatçı bir zümrenin yabancı dil gibi algılaması size acı vermiyor mu? Engin Bey’e benzediğim doğru amam bu benzerlik, örümcek ağının ipeğe benzemesi gibi bir benzerliktir. Daha bir nesil çekilip gitmeden, ana dilimizde bu kadar tahribata maruz kaldıksa, onu tanımaya çalışan ben hadi öğünmeyeyim ama, bilmemeyi fazilet saymak biraz garip olmuyor mu?

“Savunma ağır oldu” şeklinde cevap aldım. Ama yanlış olduğu söylenmedi.

İşte Recâîzâde Mahmûd Ekrem’ den birkaç mısra:

Gül hazîn, sünbül perîşan, bâğ-ı zârın şevki yok, Dertnâk olmuş hezârın nağmekârın şevki yok. Başka bir hâletle çağlar cûy-i bârın şevki yok. Âh eder inler nesîm-i bî-karârın şevki yok. Geldi ammâ neyleyim sensiz bahârın şevki yok.

1891 yılında 31 yaşında iken ölen ve klasik Türk Müziğinde Hacı Arif Bey’den sonra en çok bestenin sahibi ve kendisinin –Arza lâyık değilse de hünerim / Nâçizâne bini geçti eserim- beytinin de delâlet ettiği üzere binden ziyade eseri bulunan Şevki Bey’in vefatı üzerine yazdığı tahmin olunan şu mısraları siz de tetkike değer bulmaz mısınız?

Av. Hayati İnanç

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir