Dost-Düşman

“Bu yol uzundur, menzili çoktur Geçidi yoktur, derin sular var”

Buyuruyor Hazreti Yunus Emre. Aşk yolunu anlatıyor tabii. İnsanın kendisini aşmak için çıktığı yolu… sonunda veli (=dost) olunan yolu…

Bu yolda en büyük engel ‘sen’ sin diyor. En büyük engel nefis yani… BEN…

Aşabilene ne mutlu.

Yenişehirli Avni Bey (vefatı 1884) bakın nasıl ifadelendiriyor aynı meseleyi:

“Helâk etmez bir iki darb-ı zikr emmâre-i nefsi O bir tünd ejdehâdır kim nice cellâddan kalmış”

Şunu diyor yani;

Okumaya devam et Dost-Düşman

Hakîmâne

Söz boşa gidince üzülüyor insan bazen.

Bir hâkim (yargıç deniyor şimdilerde biliyorsunuz) ile sohbet ediyorduk. Güzel ve hikmetli bir hâdise anlattı, kendi başından geçen:

Bir tarlanın mülkiyeti dava konusu imiş. Bermûtad mahallinde keşif yapılıyor. Dava konusu arazinin öteden beri sahiplik durumu, sınırları ve saire belirlenecek; tabii bu meyanda şahitler de dinlenecek. Bakıyor hakim bey, taraflardan birinin dinletmek üzere hazır ettiği yaşlı bir şahit biraz huzursuz. Yani hatır için gerçeğe aykırı beyanda bulunması için hazır edilmiş, ama bu durumdan fevkalâde hoşnutsuz, kıvranıyor. Tabii her güngörmüş insan gibi hakim bey de, kendisinden bekleneceği durumu anlıyor. Hakim bey duruma hakim yani.

Okumaya devam et Hakîmâne

Giden Gelmez, Gelen Gider

Gün geçmiyor ki, bir tanıdığımızın vefat haberini almış olmayalım. Kendimizi bilmeye başladığımız günlerde; yani genç iken dedemiz, derken babamız yaşındakilerin vefat haberleri ile sarsılırdık. Şimdilerde akranımızın vefat haberleri geliyor peşpeşe. Daha dün bir yakın dostumun cenazesinde bulundum; şimdi de bir başka dostumun ani vefat haberi geldi. Bir – iki yaş farkı ile ikisi de akranım.

“Hazret-i Âdemden beri bütün dedelerinin öldüğünü bilmek, nasihat olarak yetmiyorsa; hangi söz kâr eder ki?”

Taştan katı mı kalpler yoksa?

Ş. Yahyâ’nın dediği gibi:

Okumaya devam et Giden Gelmez, Gelen Gider

Dünya Dediğin

Klasik şiirimizin üç önemli şairinin aynı istikâmette manâ taşıyan birkaç beytine temas etmek istiyorum bugün. Biri Nev’î, biri Hâzık Mehmet, diğeri Osman Nevres.

Onaltıncı yüzyılda yaşamış olan Nev’î hoyratça unuttuğumuz değerlerimizden. Oğlu Nev’îzâde Atâyî de çok büyük şairlerimizdendir.

Nev’iyâ lâzım değil olmak filân ibn-i filân
Ma’rifet kesb eyle tâ bir âdem ol âdem gibi

Okumaya devam et Dünya Dediğin

Anamdan Aldığım Dersler: Darı Ekmeği ve saire

Bizim oralarda adına darı ekmeği (mahalli söyleyişle ‘darekmee’) diye bir şey var. Bizler mısır’a darı deriz. Yani başka türlü söylemek gerekirse mısır ekmeğidir bu; fakat meselâ Karadeniz havalisinde bulunan mısır ekmeği ile hiç mi hiç benzeşmez. Zaten bizde mısır (darı) iki türlüdür. Biri sarı renkli, uzun, hani közlenmişini ya da haşlanmışını büyük şehirlerin parklarında sıkça gördüğümüz tip. Bundan bizde de bulunur az miktarda ama, ekmeğinden bahsettiğim mısır (darı) daha koyu sarı renkte, daha küçük ve şekilsiz bir şeydir. Hasat zamanında, biçilip bir araya getirildikten sonra soyulması başlı başına bir merasim ve eğlence vesilesidir. Yarışmacılar ellerine aldıkları ağaçtan mamul, yaklaşık 20 santim uzunluğundaki bıçağı andırır bir aletle, hızlı soyma yarışına girerler. Hızı artıracak çok mühim bir faktör vardır. Bazı darılar simsiyah, bazıları Kızılderili çehresini andırır desenli olup; siyahlara –yanlış hatırlamıyorsam- 10, öbürlerine 20 ve 50 gibi puanlar verilir. Bir kozalak üzerinde (kozalağa da ‘kemsek’ derler bizim oralarda) tek bir tane bulunması halinde seansı kazanmış olursunuz. Daha çok puan kazanmak için hızlı soymak gerekir. Puanlı darıyı bulanların çığlıkları arasında öyle bir eğlencedir ki, sormayın gitsin. Sabahlara kadar sürdüğü olur.

Okumaya devam et Anamdan Aldığım Dersler: Darı Ekmeği ve saire

Hayâlî Bey – Zâtî

Kanûnî merhûm zamanının şâirlerinden olan Vardar – Yeniceli Hayâlî Bey muhteşem bir şairdir doğrusu. Muhtemelen lâtife olsun diye şair Zâtî için “şiiri görse yenecek bir şey zanneder” demiş ise de O’nun bir âbide değerindeki gazeline yaptığı tahmisten anlaşılıyor ki aslında Zâtî, Hayâlî Bey’in çok takdir ettiği bir ustadır. Zira şair tahmis yapmak için ancak beğendiği şairin manzumesini tercih eder.

Okumaya devam et Hayâlî Bey – Zâtî

Ne Kalır Elde – 3

Önceki iki yazımızda elde ne kaldığını Şeyhülislâm Yahyâ ve Şeyh Gâlib’ den seçtiğimiz beytler ışığında anlamaya çalışmıştık. Bu defa son olarak Keçecizâde İzzet Molla’nın aynı redifli gazelinden seçtiğimiz üç beyte bakarak görmeye çalışalım; ne kalıyormuş elde:

Açılmazmış meğer gül-gonce-i kâmım bu gülşende Benim hasret-keş-i fasl-ı bahârân olduğum kaldı

Kâm : Mutluluk, arzunun ele geçmesi
-keş : Çeken (çilekeş=çil4e çeken; cefâkeş= cefa çeken; kemankeş= keman yani yay çeken, okçu; esrarkeş=esrar çeken)
Fasl : Mevsim, dönem
Bahârân: Baharlar

[Sonunda anladım ki, arzumun gül goncası açılmazmış; yani arzuma kavuşamazmışım. Fakat heyhât! Bahar mevsimlerinin gelmesini boşuna bekleyip heves beslediğimle kalakaldım.]

Ne hazîn tablo. Kışın zahmetini çekiyorsunuz, bahar gelince açar gülüm diyerek ve öğreniyorsunuz ki baht müsait değil.

Okumaya devam et Ne Kalır Elde – 3

Ne Kalır Elde – 2

Şimdi de Gâlib’in nazîresinden dört beyte bakalım.

Sözü ağyâra imiş hayf ol tûtî-yi can-bahşın Benim âyîne-veş mebhût ü hayrân olduğum kaldı

Hayf : Yazık ki…
Tûtî : Papağan
Can-bahş : Can bahşeden, can bağışlayan
Âyîne : Ayna –veş : … gibi
Mebhût : Şaşkın

[O can bağışlayan, tatlı sözlü papağanın hitabı başkalarına imiş. Ayna gibi şaşkın ve hayran kalakaldım.]

(Papağana konuşma öğretmek için, önüne bir ayna koyarlar ve aynanın arkasında papağanın görmediği biri bazı sözler söylermiş. Aynadaki görüntüsünün konuştuğunu zanneden papağan işittiklerini tekrar ederek yavaş yavaş konuşmayı öğrenirmiş. Öğrendikçe de, mükâfat olarak şeker verirlermiş.

O yüzden tûtî-yi şeker-bâr (=şeker yiyen papağan) şiirimizde önemli yer tutan bir metafordur.

Okumaya devam et Ne Kalır Elde – 2

Ne Kalır Elde – 1

Divan şiirimizde ‘nazîre’ denilen görkemli bir yol ve usul var ve çok tatlıdır doğrusu. Nazîre, benzer demek bilindiği gibi. Bir şairin yazdığı herhangi bir nazmın (çoğunlukla gazel) benzerini aynı kafiye veya redifle yazmak demek kısaca. Ustaların güzellikte yarışması yani. 

‘Olduğum kaldı’ redifli Şeyhülislâm Yahyâ’nın beş beyitli gazeline, Şeyh Gâlib’in 9 ve Keçecizâde İzzet Molla’nın 10 beyitli nazîrelerinden birkaç beyt seçerek izahına çalışacağım.

Önce Yahyâ’ dan üç beyt:

Gül-i maksûdu el buldu benim zâr olduğum kaldı Bu hâristân-ı âlemde dil-efgâr olduğum kaldı

Maksûd : Kasd edilen, istenen.
Zâr : Ağlayan
Hâr : Diken. Hâristan : (Sadece) dikenlerin bulunduğu yer.
Dil : Gönül
Efgâr : Yaralı
Dil-efgâr : Gönlü yaralı 

Aşkın üç kahramanı vardır: Âşık, mâşuk, rakip. Gül, bülbül, diken; Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Erol Taş gibi. Rakip, sevgilinin hemen yanında-yakınında bulunur. Alçaktır, kahrolasıdır ama hep kavuşur da, âşık mahrûm kalır. Esasen kanundur; ‘aşkta kavuşmak olmaz’.

Okumaya devam et Ne Kalır Elde – 1

… Elden Gider

Sultan Fâtih’in (şair Avnî) elden gider redifli gazeli pek dokunaklı gelir bana. Bir başka sultan şair (Kanûnî merhûm = Muhibbî) ve daha sonra Ziya Paşa birer nazîre yazmışlar. Hepsi beşer beyit.

Yâr için ağyâr ile merdâne cenk etsem gerek İt gibi murdar rakîb ölmezse yâr elden gider – Avnî

Aşk işinde üç kahraman bulunur daima. Âşık, mâşuk ve rakip. Gül, bülbül ve diken yani. Esas oğlan, saf kız ve Hayati Hamzaoğlu. (Yaşı şöyle kırkı geçmiş olmayanlar nereden bilsin; Yeşilçam filmlerinin kadrolu kötü adamıdır kendisi. Erol Taş ve Turgut Özatay gibi)

Rakip, maşuku elde edendir. Aşığa ise gam çekmek düşer hep. Ahmet Paşa’nın dediği gibidir:

Okumaya devam et … Elden Gider