Delinin Zoruna Bak

Ehl-i irfânım diye kimseye ta’n etme sen Defter-i irfâna sığmaz söz gelir dîvâneden  
İrfân : Ma’rifet. kalp gözü açıklığı. İrfân sâhibine ârif derler
 
(Sordular gönül sultanına âlim, ârif, velî ne demektir diye; şöyle cevap buyurdu:
 
-Kafa bilgilerine sâhip olana âlim denir -Kalp bilgilerine sâhip olana ârif denir -Hem kafa hem kalp bilgilerine sâhip olana velî denir.)
 
Ta’n etmek : Kınamak
 
[Ben bilgiliyim, okudum yazdım falan diyerek kimseyi küçük görmeye kalkma sakın. Çünkü deli bildiğin kimseden öyle bir söz sâdır olur ki, şaşar kalırsın; kitaplara sığmaz, aklın durur.]

Okumaya devam et Delinin Zoruna Bak

Soyut

 ‘Zekânın -daha doğrusu dehânın- en büyük alâmeti, mücerred (=soyut) düşünme kâbiliyetidir’ derdi rahmetli Ayhan Songar. Bu hükme örnek olarak da rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’ in Çile şiirinden;
 
Burnum değdi burnuna yok’un Kustum öz ağzımdan kafatasımı
 
mısralarını göstermişti.
 
Cidden şaşırtıcı tecerrüd; yok ile burun buruna gelmekten ve kafatasını kusmaktan bahsediyor ki, ancak bu kadar olur.
 
Biz de sayfamızda bu defa birkaç tecrîd örneği üzerinde duralım isterseniz. İlk beyt Hayâlî Bey’den. İsmi gibi hayâl ufkunda mâharetle kanat çırpan büyük şair Hayâlî Bey şöyle söylüyor:
 
Bizi bî-kes sanıp ey gam yok etmekden hazer kıl kim Cihânı yok iken var eyleyen Allah’ımız vardır
Hayâlî Bey
 
Bî-kes : Kimsesiz
Hazer kıl : Sakın
Kim : -ki anlamında
[Ey gam! Bizi kimsesiz zannederek yok etmeye kalkışma; hiç bir şey yok iken var eden Allah’ın kuluyuz biz.]
 
Bir diğer örnek Râsıh’ dan. ‘Üstüne’ redifli beş beyitli bir şaheserinde diyor ki;
 
Dilde gam var şimdilik lutf eyle gelme ey sürûr Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne
Râsıh
 
[Ey neş’e! Gönülde şimdilik gam adlı misafir var ve aramız iyidir kendisiyle. Sen lütfen şöyle bir uzak dur. Zîrâ bilirsin ki, misâfir üstüne misâfir olmaz.]
 
İlk beyitte muhatap gam idi, bu defa neş’e.
 
Bağdatlı Rûhî ise ayrı âlem. Bakın ne demiş:
 
Künc-i mihnette rakîbâ bizi tênhâ sanma Yâr ger sende yatursa elemi bende yatur
Bağdatlı Rûhî
 
[Sıkıntı ve üzüntü mekânı olan köşemizde yalnız kaldığımızı görüp de havaya girme ey rakip! Evet gerçi yâri sen aldın koynuna ve biz yalnız kaldık ise de, yâr için gam çekmek âşığın şerefidir ve gam bize mahsustur. Yârin gamı ileyiz her dâim. Sen ise ondan mahrumsun.]
 
Aşkta üç kahraman vardır; daima başrolde olan: Âşık, mâşuk, rakip. Gül, bülbül, diken yani. Ferhat, Şirin, Hüsrev.
 
Rakip kötüdür, yılandır, şeytandır; bülbüle nisbetle kargadır ve sâire. Ama hep vuslat rakibe, hasret âşığa düşer.
 
‘Seni sevmekden maksat dert ve gamı tatmak Yoksa rahat ettirecek şey çoktur’
 
Ahmed Paşa’dan:
Kondu Ahmed hâne-i dilde belâ vü derd ü gam Bir ciğer biryân yeter mi bunca mihmân andadır
 
[Gönül evine herkes geldi bak Ahmed’ciğim; belâ, dert, gam… Senin de bir ciğer kebabın var, hepsi bu. Bu kadar misafire acaba yeter mi? Mahcup olmayasın…]

Okumaya devam et Soyut

Taşlıcalı Yahya Bey

Kanuni Sultan Süleyman zamanının büyük şairlerinden Taşlıcalı Yahya Bey’ i kısaca anarak, kendisinden birkaç örnek üzerinde duralım. Dukakinzâde diye de anılır ve aslen Arnavuttur. Mümkün olduğunc sade bir Türkçe kullanılması taraftarı olmuştur. Şiirlerinde bu durum görülebilmektedir. Dördüncü Murâd devrinin büyük şairi Yahyâ başkadır. (Şeyhülislâm Yahyâ)  
Askerdir.  
Devrinin bir diğer büyük şairi olan Hayâlî Bey’in çok iltifat gördüğünü söyler, kendisi öylesine iltifata mazhar olsa idi âleme parmak ısırtacak daha ne eserlere imza atabileceğini ifade ederdi. Doğrudur, ‘mârifet iltifâta tâbi’dir’. Hayâlî Bey gördüğü iltifâtı gerçekten hak eden muazzam bir şâirdi. Yahyâ Bey de çok büyüktür. Ama takdir böyle tecellî etmiş, elden ne gelir. Beş asırdan fazla zaman geçti üzerinden, ama her ikisi de gördüğünüz gibi web sayfamızda anılıyor.
 
Der ki Taşlıcalı Yahyâ Bey:

 
Ganîdir aşk ile gönlüm ne mâlim ne menâlim var Ne vasl-ı yâra handânam ne hicrândan melâlim var
 
[Aşk ile zenginim ben, malım mülküm yok; yâra kavuşmak ile de sevinmem, ayrılıktan şikâyetim de yok.]
 
Ne sağ olmak murâdımdır ne ölmekten kaçar cânım Cihânda hasta-i aşk olalı bir hoşça hâlim var
 
[Yaşamak arzum da yok, ölmekten korkum da; aşka hastalığına düştüğümden beri hoş bir hâlim var. Öyle bir hâl ki, hasta ama şifa istemiyor!]
 
Ben ol hayrân-ı aşk’ım ki yitirdim akl ü idrâki Ne âlemden haberdâram ne kendimden hayâlim var
 
[Aşk ile akıl ve idraki kaybettim, alemi de kendimi de bilmez haldeyim.]
 
Ne meyl-i külbe-i ahzân ne seyr-i sohbet-i yârân Ne ta’n-ı zâhid-i nâdân ne ceng ü ne cidâlim var
 
[Yusuf Aleyhisselâmın hasretiyle ağlayan babası Ya’kub aleyhisselâmın evi olan külbe-i ahzân (hüzünler kulübesi) ı hatırlatarak; eğilimim ona da değil, dostlar sohbetine değil; ham sofuyu yermekle de meşgul değilim; kimse kavgam da mücâdelem de yok.]
  Cihân fânidir ey Yahyâ Hüve-l Hayy ü Hüve-l Bâkî Değişmem atlas-ı çarha benim bir köhne şâlım var
 
[Dünya geçicidir ey Yahyâ, hayat sâhibi ve bâkî olan ancak Allah. Dünyâdaki en pahalı kumaşlara -zımnen makamlara- değişmeyeceğim, ama pazara çıkarsan kimsenin müşteri bile olmayacağı eski bir şalım var (derviş hırkası).]
 
Sünbülzâde Vehbî’den:
 
Vehbiyâ rif’at bulanlar zîver-i irfân ile Atlas-ı çerha değişmez hırka-i peşmînesin  
[Taşlıcalının gazelindeki son beyitle aşağı yukarı aynı anlamda; ma’rifet (kalb gözü açıklığı) ile süslenmiş olanlar, yün hırkalarını verip de feleğin atlas kumaşını almaya razı olmazlar.]
 
[Yani fani dünyanın aldatıcı lezzetine tav olup bâkî âhiretin gerçek lezzetini vermezler. İmâm-ı Gazâlî HAzretleri bakın ne diyor:
 
Eğer dünya bir altın kâse olsa, ahiret de kırık saksı parçası; akıllı olan saksı parçasını tercih eder. Çünkü kırık saksı da olsa sahibinde kalıcıdır hiç olmazsa. Halbuki kırık saksı dünyadır. Buna rağmen dünyayı trcih edenleri anlayamıyorum.]
 
Kırık saksı dedim de:
  Kazârâ bir sapan taşı bir altın kâseyi kırsa Ne kıtmeti artar taşın ne kıymetten düşer kâse
 
Ve Hazret-i Yûnus Emre’ den baldan tatlı söyleyiş:
 
‘Ballar balını buldum dükkânım yağma olsun’

Av. Hayati İnanç

Yaz ve Kış

Müncer olur umûr-i âlem elbet bir nihâyete Sayfın şitâya meyli bahârın hazânedir Ziya Paşa
 
Müncer olmak : Bir sonuca ulaşmak
Umûr : İşler
Sayf : Yaz
Şitâ : Kış
Hazân : Güz
 
[Âlemde göregeldiğimiz işler, hadiseler ilk anda zannettiğimiz gibi olmaz, ya da öyle devam etmez. Gide gide bir sonuca ulaşır. Yaz mevsimi kışa, ilkbahar da güz mevsimine meyillidir.]
 
Paşa’nın dört mevsim için verdiği misalin gerçi zıddı da varittir; yani ‘kış yaza meyillidir ve güz bahara’  da demek mümkündür pekâlâ ama; vermek istediği mesaj dünyanın ve lezetlerinin fânî olduğu.
 
Nitekim yaklaşık manâda olmak üzere Nef’î’nin şu beyti hemen hatıra gelir:
  Subha dek hiç kimsenin şem’in fürûzân eylemez Bî-vefâ dünyâ eğer ben bildiğim dünyâ ise
 
Subh : Sabah vakti
Şem’ : Mum
Fürûzân : Parlak. ışıltılı
Bî-vefâ : Vefasız
 
[Bu vefasız dünya eğer benim bildiğim dünya ise -tabiî odur- kimseyi ilânihâye sevindirmez. Mumu sabaha kadar yanmaz kimsenin.]
 
Yine Nef’î den:
‘Ayşa mağrûr olma ey gâfil ki bunda âdeme Tâli’i yüz döndürür gâhî sitâre nâz eder
 
Ayş : Neşeli olma hali, bahtiyarlık
Âdem : İnsanoğlu
Tâli’ : Talih, baht
Gâhî : Kâh, bazen, zaman zaman
Sitâre : Yıldız (bahtı temsilen) (star, yıldız demekti değil mi?)
 
[Eline geçen imkân ve fırsat seni sevindirmesin sakın! Çünkü talihinin tersine dönüvermesi an meselesidir. Yıldızın her an naz edebilir.]
 
Şimdi de Şeyhülisl^m Yahyâ’dan:
Dehre mağrûr olma kim bir iki günde goncenin Sîne-i sâd-çâk eder gerdûn leb-i handanını
 
Dehr : Zaman
Gerdûn : Felek
Leb : Dudak
Handân : Gülen
Sâd : Çok sayıda
Çâk : Parçalanmışlık hâli, yaralılık
 
[‘Ne oldum’ deme sakın, ‘ne olacağım’ de. Bak güle ibret al. Herkesin imrenerek baktığı gonca gülün göğsünü çok kısa süre içinde ne yapar zaman; yaprakları dökülüp dağılır, o parlaklık gider.]
 
Nükte:  
Bir kıtlık döneminde herkes feryat-figan ederken Nasreddin Hoca merhûmu sükûnet içinde görüp sormuşlar:
 
-Hoca! Sen niye bu kadar telâşsızsın. Belânın def’i için dua bile ettiğini görmedik, neden?
-Evlat! Yazı kış takip eder, kışı yaz. Bu kıtlığın arkası bolluktur. Ben şimdi mevcut kıtlığın gitmesi için dua etsem şundan korkarım ki; buna alıştık, çok zor olsa da ama, sonraki belâ nedir, ona dayanabilecek miyiz bilmiyorum.
 
İşte rıza…
 
Veren de O, alan da O, nedir senden gidecek Telâşını görenler can senin zannedecek

Okumaya devam et Yaz ve Kış

Usul Usul

Bambaşka bir usul ortaya koymuş Usûlî’ den harika bir örnek sunacağim bu yazıda. 1560 yılında vefat etmiş, yani Kanuni devrinin devlerinden. 13 beyitlik ‘peyda’ redifli gazeli bir çok şair için de örnek olmuş ve nazireler yazılmıştır. Bir mana ummanıdır adeta. Usûlî Vardar Yenicesi -ki şimdi maalesef hudutlarımız dışında olduğundan acımasızca habersiz olduğumuz bir irfan merkezidir- ‘nde, o küçücük coğrafyada yetişen saymakla yükenmez dehâlardan biridir ve mutasavvıftır.
Vücûd-i Mutlak’ın bahri ne mevci kim eder peydâ Enelhak sırrını söyler eğer mahfî eğer peydâ 

[Efendim, îzâhı en güç beyt bu ilki herhâlde. Hem güç ve hem de –Allah saklasın- yanlış anlatma ve anlaşılma ihtimâlinden dolayı son derece tehlikeli.

Evliyânın büyüklerinden Hüseyn bin Mansûr (meşhur nâmı ile Hallâc-ı Mansûr hazretleri), “Enelhak” demiş ve sözün görünen anlamı küfrü mûcip olduğundan îdâmına hükmedilmiş. Ma’nâdan haberdar olanlar da (Hak teâlâ sa’ylerini meşkûr etsin) şöyle izah etmişler meseleyi:

Okumaya devam et Usul Usul

Unutulan Bir Deha

Devlet peyâmı kâni-i yek-nân iken gelir Derde devâ da fâriğ-i dermân iken gelir

Peyâm : Müjde, haber
Nân : Ekmek
Yek-nân : Bir ekmek, bir dilim ekmek
Fâriğ : Vazgeçmiş, ferâgat etmiş

Divan şiirinde çok güzel eserleri bulunmakla beraber, az tanınan ve hatta unutulanlardan biri olan Bursalı Mehmed Emin İffet diyor ki ilk beyitte:

Bir devlet müjdesi, bir sevinçli haber bekleyenler bilsinler ki; o ziyafet haberi, bir dilim ekmeğe kanaat ettiğinde gelir ancak, iştah açıkken değil. Derdin devası da gelir ama, sen dermandan ümit kesip gönlün kırıldığında; yelkenler suya indiğinde; kulluk ve aczin idrâkine varıldığında yani.

Hani “kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” derler ya, o hesap.

Benzer ma’nâda, hikemî şiirin büyük üstâdı Nâbî der ki:

Okumaya devam et Unutulan Bir Deha

Uyku Vaziyetleri

Çocukluğumda, dedemin evinde misafir olduğumuzda uyku tutturamadığım gecelerde, mütevazı köy evinin ahşap tavanındaki tahtaları fonda ihtiyar saatin biteviye tik-takları eşliğinde defalarca saydığımı hatırlıyorum; hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi. Saatin çıkardığı sesler değişmezdi tabii ama, hep birbirinden farklı çağrışımlar yaptırır ve hayâl ufukları açardı.

(Yeri gelmişken; o dedem 90 yaşın üzerinde ve yataktadır. Bu yazıyı okuyanların duasına da vesile olursa ayrıca sevineceğim.)

Uzun çöl yolculuklarında, kervanın önündeki devenin boynunda asılı olan çan (=zil, ceres) ın çıkardığı sesler ve develerin kendilerine mahsus bir ritimle yürümelerinin, aruzdaki vezinlere kaynaklık ettiği söylenir. Bizler ortaokul ve lise talebesi iken derslerde bu minvalde yapılan anlatımlar, aruzu hafife almak gayesini güderdi. Bana ise çocukluğumdaki saat sesleri gibi esrarlı ve tarifi güç hislerle yüklü gelmiştir hep.

Okumaya devam et Uyku Vaziyetleri

Tekstil ve Konfeksiyon

Bir dönem konusu tekstil ve konfeksiyon makineleri olan bir teknik dergide görev yapmıştım. Bu defa, zikredeceğim beyitler de giyim üzerine, ama tabii çok farklı bir tarz içinde.

Sultan Fâtih devrinin önemli sîmâlarından biri olan Ahmed Paşa, son derece kudretli bir şairdir aynı zamanda; o kadar ki klasik şiirimizin ilk önemli ismi, Alâaddin Keykubâd zamanının dev şairi Hoca Dehhânî ise, ikinci önemli isim Ahmed Paşa’dır.

Sultan Fatih devrinin önemli bir ismidir dedik. Zira, hatırlanacaktır; Sultan Fatih, Fetih’den önceki günlerde; çadırına kapanıp gözyaşları ile dualar eden Akşemseddin Hazretlerin’den ısrarla fethin ne zaman gerçekleşeceğini ısrarla ve yalvararak tekrar tekrar sordurur.

(Öyle ya gazâ ordusu duâ ordusuna muhtaç.)

Gaybı bilen Allah’ dır. Sevdiği kullarına gayba dâir bilgi ihsân etmesi hâli de o kişinin kerâmetidir, bilindiği üzere. Sultan Fâtih işte böylece Akşemseddîn Hazretlerinin, kerâmetiyle fetih gününe dair bilgi vermesini ummaktadır. Akşemseddîn Hazretleri ise birkaç kez sorulan bu suâle pek açık olmayan cevaplar verir. Ancak 21 yaşında bir delikanlı olan büyük Sultan, tekrar be tekrar sormak suretiyle daha detaylı bilgi istemektedir. Neticede Mayıs’ ın 29’ u işaret edilir (tabiî 1453). İşte Cihan Padişahı ile Gönül Sultanı arasındaki bu kritik muhâbereyi gerçekleştiren kişi şair Ahmed Paşa’ dan başkası değildir.

Okumaya devam et Tekstil ve Konfeksiyon

Baş Eğme

Biz râh-ı emelde cüst ü cû etmemişiz Bir kimseye sarf-ı âb-ı rû etmemişiz Bir dergâha kendi dergâhından gayrı Allah bilir ki ser-fürû etmemişiz

Yukarıdaki mısralar, 1712 yılında ebedi aleme uğurladığımız, Türk şiirinin hiç şüphesiz en büyük pîrlerinden hikmet şairi Urfalı Yusuf Nâbî’ ye ait.

O Nâbi’ dir ki, vefatı üzerine, devrinde cari olan adet üzere, bir şair şöylece tarih düşürmüştü:

Züleyhâ-yı cihândan çekti dâmen Yusüf-i Nâbî

(Hazret-i Yusuf Peygamberin, Züleyha’ dan eteğini çekip uzaklaşmasını hatırlatarak, “cihan adlı Züleyha’ dan eteğini çekip ahirete gitti” demek olur. Mısrada yer alan harflerin rakamsal değerleri toplamı Nabi’ nin ölüm yılını vermektedir. Hem matematik, hem edebiyat; gel de deme asrımızda heyhât!)

Okumaya devam et Baş Eğme

Şeyhülislam Yahya (Keklik-Karga)

Şeyhülislam Yahya

Sultan Dördüncü Murad zamanının şairi ve şeyhülislamdır. Sivri dili sebebiyle can veren büyük şair Nef’î ile de aynı zamanda yaşamıştır.

Dört defada toplam 11 yıl kadar şeyhülislamlık makamında bulunmuştur ve divan şiirinde gazel tarzında Bâkî ile birlikte en büyük bilinir.

Çok basit ve harika bir üslûbu vardır.

Osmanlı Devletinin yıkılışını iki asır geciktiren hadise, Dördüncü Murad’ın zafere ulaştığı Bağdat Seferidir derler. Bu harbe bizzat iştirak etmişti. Sultanın başka bir yoldan Bağdat’ta kullanılmak üzere gönderdiği toplar mahalline üç gün gecikmeyle varınca, Şeyhülislam Yahya’nın teklifi ile beraberde götürülen birkaç topun sayesinde savaş kazanılmış ve böylelikle kendisinin müdebbir (tedbirli) ve âkil karakteri herkesçe bir kez daha hayranlıkla gözlenmiştir.
Osmanlı tarihinde Ebussuud Efendi’den sonra en müessir Şeyhülislam olduğu kanaati de genel kabule mukârindir.
İşbu Bağdat seferi meşhur “Genç Osman dediğin bir küçük uşak…” türküsünün de hikaye ettiği savaştır.
Yahyâ, o dönemde devletin başını ağrıtan zorbaların hemen her isyanlarında kellesi istenen kişilerin başında gelirdi. Gördüğü itibar, ilimdeki kudreti, devlete hizmeti hep hasedi çekmiş, kendisini kötü niyetlilerin hedefi haline getirmiştir.
Hasede dâir:
Âlemde zerre denlû değil iken vücûdumuz Müşkül budur ki zerreden artık hasûdumuz

Okumaya devam et Şeyhülislam Yahya (Keklik-Karga)